Türkiye’de en çok tartışılan konuların başında “Devlet aklı” gelir. Birçok tarih kitabından filme, kahvehanelerden siyaset konuşan vatandaşa kadar her alanda “Devlet aklı” tartışılmakta. Bu aklın sahibi kim? Ödüllü birçok belgesele imza atmış yönetmen Koray Demir bu sorunun peşine düştü. Devlet Aklı Kimin Aklı isimli kitabı Kırmızı Kedi yayınevinden yayınlandı. Kısa sürede baskısı tükenen ve tartışmaya yol açan bu kitapla ilgili merak edilenleri Koray Demir’e sorduk.
Siz tarih araştırmaları yapan ödüllü bir film yönetmenisiniz. Kahvehanelerde dahi konuşulan, herkesin fikrinin olduğunu düşündüğü ama bir türlü tanımlayamadığı “Devlet Aklı” kavramını neden araştırma gereği duydunuz?
Aslına bakarsan bu kavramı araştırmak için çalışmaya başlamamıştım. Yaptığım tüm tarih çalışmaları beni bu kavrama getirdi. Bir film yönetmenin tarihe ilgi duyması şaşılacak bir şey değildir belki ama vaktinin çok önemli bir kısmını tarih araştırmalarına ayırması pek çok insana garip gelebilir. Bunun cevabı geçmişini bilmeyenin geleceği olamayacağı gerçeğinde yatıyor. Tarih sadece profesyonel tarihçinin ilgi alanı olamaz, olmamalı. Yaklaşık 15 yıldır Osmanlı İmparatorluğu hinterlandında görsel içerik çalışmaları yapıyorum. Hem bu çalışmalarda hem de yaptığım tüm tarih okumalarında önüme çıkan anlatıların pek çoğunda mantıksal problemler gözlemliyordum. Akılla izah edilmesi kolay olmayan, biraz şüphe duygusu gelişkin herkesin fark edebileceği gariplikler tarihsel birer hakikatmiş gibi tüketime sunulmuştu. Bu da beni daha derin araştırmalar yapmaya itti. Bir süre sonra kendimi Türk, İngiliz, Alman, İtalyan, Arap, Amerikan arşivlerinde ipuçları kovalarken buldum. Öyle ki bazı olayların gerçekleştiği fiziki yerleri, aradan geçen yüzyıla rağmen bizzat ziyaret edip, belgelerde, günlüklerde anlatılan olayların simülasyonunu yapmak zorunda kaldım. Ve aradan geçen bu kadar zamana rağmen olay yerlerinin soru sormayı bilenler için halen ipuçlarıyla dolu olduğuna şahit oldum. Üzerinde çalıştığım bir tarih belgeseli kapsamında da dünya tarihçileriyle tartışmalar yapma fırsatı yakaladım. Tüm bunların ışığında yaptığım çalışmalar beni bu kavramı yani ‘Devlet Aklı’nı tartışmaya, ışıkları bu kavram üzerine yakmaya itti. Aslında tarih anlatılarındaki terslikleri ve bazı akıl dışılıkları az çok okuyup yazan herkes fark etme şansına sahiptir ama buna itiraz geliştirmek çok zorlu bir iş. Benim için bir başka zorluk da neyin üstünün örtüldüğünü görmekten ziyade neden örtüldüğünü ve hangi yollarla yapıldığını tespit etmek oldu. Bunlar için pek çok ipucunun peşinde bazen aylar harcamanızı gerektirecek zorlu bir araştırma dönemi beni bekliyordu. İşte tüm bu çalışmalar boyunca sorduğum soruları ve bu soruların ortaya çıkarttığı pek çok yeni ipucunu okuyucuyla tartışarak cevaplara ulaşmaya ve olası yeni karartmaların önüne geçmeye çalıştım.
Büyük bir imparatorluğu çöküşe götüren sizce “Devlet Aklı” noksanlığı mı? Koray Demir, devlette olması gereken akıl çizgisini nereye çiziyor? Bu çizginin altında kalındığı için mi eleştiriyor? Tarihte “devlet aklı”nın ortaya çıktığı dönemler var mı?
Bu sorularınızın her biri için belki yeni kitaplar yazılması gerek. Tartışmaya çalıştığım konu ne bugünün ne de dünün sorunu. Burada kadim bir düşünce biçiminin analizini yapmaya gayret ediyorum. Derdim bir şeyi eleştirmekten ziyade, var olanı doğru tespit etmek ve bunu masal anlatısından temizleyerek gerçekte olanı işaret etmeye çalışmaktır. Ancak bu sayede, hepimiz için daha gerçekçi ve hakkaniyetli bir tartışma zemini bulabiliriz. Bunun eksikliğini hepimiz gözlemliyoruz çünkü. Bu kitapta, gücü elde etme biçimine ve onu kullanma alışkanlıklarına dair, kadim bazı sorunların analizini yapmaya çalışıyorum. Bu sorunların mevcut tezahürlerine itiraz etmek yerine geçmişteki köklerini doğru analiz etmek gerekiyor. Çünkü bu sorunlar partiler ve cemiyetler üstü bir problemi işaret ediyor bize. Bir olguyu olduğu gibi görmek yerine onu yücelterek ya da onu yererek eleştirmek bize hiçbir şey kazandırmaz. Bunun yerine gerçekte neyin olduğuna odaklandığımızda, gerçeğin bilgisini açığa çıkartmaya çalıştığımızda; bize yeni ufuklar verecek, gelecek için umutlarımızı yeşertecek, ilham verici sonuçlara ulaşabiliriz. Eğrisiyle doğrusuyla yüz elli yılı aşkın süredir devam eden ‘devlet gücünün meşru kullanım kurallarını inşa etme çabasının ya da bir başka ifadeyle ‘Türk demokrasi arayışı’nın karşılaştığı zorlukların ve yapılan hataların anatomisinin çıkartılmasına katkı sağlamak derdindeyim. Bu bağlamda Devlet Aklı Kimin Aklı sorusuyla Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş hikâyesini bir düşünce alanı olarak okuyucuya sunan bu çalışmayı ortaya koydum. Sorularınızın tüm cevaplarını bu kitapta bulamayabilirsiniz ancak cevaplara götüren doğru soruların sorulmasına dönük mesafe alabileceğimiz ümidindeyim.
“Devlet Aklı” bir ideal mi, yoksa geçmişten günümüze gelen, vatandaşa açıklanmayan kurallar bütünü mü? Daha sinema diline yakın sorayım, “Devlet Aklı” felsefe taşını mı bulmalı yoksa azgın dalgalarda geminin rotada kalmasıyla mı alakadar olmalı?
Burada kavram tartışmasıyla okuyucuyu yoracak değilim, zaten kitapta yeterince bu konuya eğiliyorum. Ancak Türk topraklarında kullanıldığı biçimiyle ‘Devlet Aklı’ bir felsefi yönelişten ziyade bir pratik hayat dürtüsü olarak ‘kutsal örtü’ görevini ifa etmektedir. Bunu inşa edenler de sanıldığının aksine devlet adamları değil, yurdumuzun kimi entelijansiyasıdır. Doğruluğunu, hukukiliğini ve adilliğini bir kenarda tutarak şunu belirtmem gerekir ki, birçok açıdan devlet adamları daha pragmatist, politik-gerçekçi hareket ederlerken, fikir insanları maalesef bu hareket tarzına mitolojik bir ululuk kıyafeti biçiyor. Bu tarih yazımına da sıçrayan çok tehlikeli bir hareket tarzıdır. Yöneticilere ilham vermesi gereken insanlar yöneticilerden ilham almaktadırlar. Yüz yıl önce İstanbul’u ziyaret eden Orenburg’lu gazeteci Fatih Kerimi’nin galiz ifadesiyle, mealen: ‘Türk aydını dolaylı ya da direkt olarak sadece devletten beslenir, bu yüzden de asla ona gerçeği söyleyemez.’ der. Sadece birkaç hafta kaldığı İstanbul’da bu kadar oturaklı bir tespit yapabilmiş olması ve bizim halen aynı garabet içinde debeleniyor olmamız, bence büyük bir ibrettir.
Dizilerden sinema filmlerine, edebi eserlerden gazetecilerin araştırmalarına kadar konu olan, manşetlere kadar taşınan “Devlet Aklı”na sahip gerçek bir “derin devlet” var mı? Sizce derin devlete dair bu denli sık tartışma yürütülmesi, bu yapının arzu edilmesinden mi yoksa ihtimalinin dahi tehlikeli görülüp eleştirilmesinden mi?
Belki yeryüzündeki tüm devletlerin ‘derin devlet’ diye adlandırabileceğimiz organları olabilir. O ülkede hukuka, yasalara, ülkenin insanına saygı ne ölçüdeyse oradaki ‘derin devlet’ uygulamaları da o derece az görünür ve deyim yerindeyse göz ardı edilebilir boyuttadır. Türk tarihi özelinde yaşanan en büyük sıkıntının, yürürlükte olan yani görünür olan yasaların hiçbir saygınlığının bulunmuyor oluşudur diyebilirim. Görünür yasalar saygınlığını kaybedince, herkese aynı mesafeden uygulanıyor oluş halini yitirince, görünür güç erkleri olan devlet organları görünür yasaları hiçe sayınca; kendini görünmez güç odağı olarak konumlandıranların ‘hukukun dışına çıkma hakkını kullanma’ olarak adlandırdıkları bu ‘derin’ eylemleri de devlet olmanın getirdiği ‘adil, kapsayıcı, kavrayıcı, onarıcı’ kimliğe karşı yıkıcı ve onarılmaz darbeler vuruyor. Ne yazık ki kritik sıkıntı, bu uygunsuz hallerin kalem sahipleri tarafından sarih bir biçimde eleştirilmiyor aksine mitolojik kimlikler giydirilerek örtülüyor hatta kutsanıyor olmasıdır. İşte kitabımda, Osmanlı İmparatorluğu kendisini yok oluşa götüren sarmala tam da böyle bir ortamda girmişti, diyorum. Ve bu kesif ortamda kullanılan, kendisini ‘devlet aklı’ olarak adresleyen şey aslında en iyi ihtimalle birkaç kişinin kümülatif aklı, en kötü ihtimalle ki genelde olan budur, gücü elinde bulunduranların en cüretkarının aklından ibarettir.
Yıllarca araştırma yapmış bir yazar olarak görüşünüz yakın tarihten “devlet aklı” nasıl bir ders çıkarmıştır ya da çıkarmalıydı?
Şahsi fikrim çıkarılması gereken en büyük dersin ‘yasa yazımı’ konusunda olduğudur. Türk tarihinde büyük bir kırılma, askeri bir darbe, savaş ya da olağanüstü bir durum gelişmeden yasa yazımı yapılamamaktadır. Önümüzdeki süreçte en büyük imtihanımızın ‘yeni bir yasa’ yazımında gerçekleşeceğini öngörüyorum. Bu bağlamda ‘sivil’, ‘kucaklayıcı’, ‘özgürleştiren’, ‘eşitleyen’, ‘ilham veren’, ‘halkın en zayıf halkasını dahi koruyabilen’, ‘güce ve uygulama biçimlerine sınır ve denetim getirebilen’ bir yasa yazımına hayati bir ihtiyaç var. Bence tarihimizden alınması gereken en büyük ders budur. Ben de bu ihtiyaca katkı sunmaya, öneminin altını çizmeye çalışıyorum.
Arşivde tamamen tesadüf eseri rastladınız yani, oldukça ilginç… Bu olayın detaylarını anlatır mısınız?
Hikâyenin önce basına oradan da dış ve iç tarih yazımına sıçrayan magazinel boyutuna göre olaylar şöyle gelişiyor; genç Bulgar kızı olan Stefani bir Türk’e âşık olmuş ve din değiştirmişti. Ailesi bu duruma karşı çıkıp kızının kaçırıldığını söyleyerek Selanik’te nümayiş çıkartmış ve Müslüman kıyafetleri giyinmiş haldeki bu genç kızı yani Stefani’yi herkesin önünde peçesini ve elbiselerini yırtıp soyarak tekrar Hristiyan yapmak için kaçırmışlardır. Kaçıranlar şehirde yerleşik bulunan bir grup Avrupalıdır. Bu durumu protesto eden yerel halk da öfkelenerek kızın kaçırılmasında rolü olduklarından şüphelendikleri iki yabancı konsolosu darp ederek ölümlerine sebep olmuşlar ve şehirdeki güvenlik hali yok edilmiştir. Hâlbuki kimsenin zahmet edip okumadığı sorgu kayıtlarına göre genç kızın âşık olup kaçtığı söylenen Türk’le yüzleştirilmesinde ne genç kız ne de akrabaları adamı teşhis edememiştir. Baştan sona düzmece bir hikâye ortaya çıkınca da Türk yargısı genç kızı ve onu kaçırarak halkı galeyana getiren Avrupalıları yargılamak istemiş ancak Babıali’den gelen emirle bu yargılamalar hiçbir zaman yapılamamıştır. Onun yerine galeyan sonucu öldürülen iki konsolosun katilleri olduğu düşünülen kişilerin tespiti, yakalanması, sorgusu, savunması ve yargılanması için toplam 8 gün harcanarak 6 kişinin idamına karar verilmiştir. Bu 6 kişi kendilerine ithaf edilen suçu kabul etmedikleri halde idam edilmelerini protesto ederek kendi sandalyelerini tekmelemiş ve ibretlik bir manzara ortaya çıkmıştır. Bu dramatik hadiseler İstanbul’da duyulunca ‘anayasa’ ve ‘seçim’ kelimelerinin ilk defa duyulacağı bir hareketlilikle başkent karışmıştır. Taleb-i Ulum ayaklanması denen bu gelişmeler sonucu Osmanlı Hükümeti istifa etmek zorunda kalmıştır. Yeni hükümet 2 hafta içinde Türk tarihinin ilk modern askeri darbesini gerçekleştirerek Sultan’ı tahttan indirmiştir. Ancak devrik Sultan’ın birkaç gün sonra iki bileğini şüpheli bir şekilde kestiği söylenerek ölü bulunması gibi travmatik hadiselerin atmosferinde yeni Sultan da akli melekelerini yitirmiştir. Bu durum karşısında hesapta olmayan Şehzade Abdülhamit’in anayasal bir rejime geçme sözü alınarak tahta geçirilmesi ile Türk Demokrasi tarihinin en kritik zaman dilimlerinden birine girilmiştir.
Bu bir taşın suda halkalar oluşturması gibi…
Elbette… Şimdi bu kadar büyük olaylar zincirini tetikleyen ve basit bir suç vakası gibi görünen olayların arkasına bakmazsanız ancak adi bir suç vakası görürsünüz. Fakat biraz dikkatli bir gözle araştırmaya başlarsanız Karl Marx’dan Friderich Engels’e, Simon Deutsch’tan Sultan Murat’a uzanan sıradışı bir olaylar zinciriyle karşılaşabilirsiniz. Bunları ve daha fazlasını görmek için kitabı okumaya davet ediyorum sizleri.
Bu olayın etkileri nedir?
Olayın gerçekleştiği 1876 yılı; ‘Üç Sultanlar Yılı’ olarak anılan ve sırasıyla; Sultan Abdülaziz’in bir askeri darbe sonucu tahtından indirilmesi, Şehzade Murat’ın Sultan ilan edilmesi, devrik Sultan’ın intiharı/öldürülmesi, yeni Sultanın akıl sağlığını yitirmesi ve tahtından indirilmesi, Şehzade Abdülhamit’in tahta geçirilmesi, Kanun-i Esasi’nin ilan edilmesi ve meşruti monarşiye geçilerek binlerce yıllık devlet töresinde rejim değişikliğine gidilmesi, seçimlere hazırlık yapılarak parlamentonun fikri kurulumunun yapılması, bu çalışmalara öncülük eden Sadrazam Mithat Paşa’nın yeni anayasa gereği tutuklanıp sürgüne gönderilerek siyasi kartların yeniden karılması gibi burada sadece öne çıkan olaylarını anlatabildiğimiz dur durak bilmeden geçen fırtına gibi bir yıldı. Bütün bu sıra dışı olaylar gerçekleşmeden bir kıvılcım Osmanlı Coğrafyası kadar Batı dünyasını da karıştırmaya yetecekti. Bir genç kızın kaçırılması nasıl olur da koca bir imparatorluğu karıştırabilir diyebilirsiniz. Ancak kaçırılan bu genç kız birkaç gün içinde tüm dünya başkentlerinde manşetlere çıkacak kadar esrarengiz bir olayın başrollerinden birisiydi. Osmanlı Devleti ise tarihinin en sıradışı günlerinde kendisinden beklendiği gibi bir ‘Devlet Aklı’ ortaya koymayı başaramamış, tam aksine akıl dışı yöntemlerle ve kendi aleyhine ilerleyecek şekilde hükümler vermiştir. Ayrıca tüm esrarengiz gelişmelere rağmen bu olay Türk tarih yazımında da meraklı okuyucuların zihninde de kendisine gereken yeri bulamamıştır. Çünkü ardından gelen olayların ve bu olaylara karışan insanların isimlerinin büyüklükleri bizi tarih karşısında edilgenleştiriyor. En çok şüphe etmemiz gereken olaylar karşısında bile gereken soruları soramıyor ve tarihi anlatılar karşısında küçülüyoruz. Bir türlü yetişkinler gibi davranamıyor, kendimizi bize vazedilen anlatıların akıntısına bırakıyoruz.
Kitabınız okurun ilgisini çekti, ilk baskısı tükendi. Okur kitabınızda ne buldu? Yazar Koray Demir’in kitap çalışmaları devam edecek mi?
Öncelikle sorduğum sorunun yani ‘Devlet Aklı Kimin Aklı?’ sorusunun ne kadar canlı ve gerçek olduğuna dönük bir haklılık hissediyorum. Bu soruyu, türevlerini de açarak tekrar tekrar sormak, cevapları aramak ve sürekli güncellemek zorundayız. Okurun ilgisini de bu soruya ve cevaplarına dönük iştiyakine ve aradığı fikri atmosferi bulmanın heyecanına bağlıyorum diyebilirim. Bu bağlamda, Devlet Aklı, Kimin Aklı kitabı bir başlangıç benim için. Devamı için de çalışıyorum.
Mehmet Bozkurt
More Stories
Netanyahu’nun Skandal Eylemi: Filistinli Sivillerin Evine Baskın!
Heyelan sonucu mahsur kaldıkları evden kepçeyle kurtarıldılar
Hamas’tan gözünü Gazze’ye diken Trump’a rest: Ölümün kapısını kendimiz çalarız